Sosyal mesafe, maske, dezenfektan, bulaş hızı, vaka sayısı, HES kodu, Zoom, uzaktan eğitim, EBA, karantina, sokağa çıkma yasağı… Mart 2020’den bugüne kadar sadece Türkiye’de on binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olan Covid-19 ile birlikte tüm bu kelimeler hayatımızın merkezine yerleşti. Hayatın eve sığabileceğine dair Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülen kampanyayla eş zamanlı olarak salgının herkesi eşitlediğine yönelik argümanlar öne sürüldü. Eski normal, yeni normal tartışmaları aldı başını gitti. “Hiçbir şey eskisi gibi olmaz” diyenler çoğunluktayken eskiden normal olanın ne olduğuna ilişkin sorgulama çabaları pek umursanmadı. Dahası birçok insan salgına rağmen eski çalışma koşullarında çalışmaya devam etmek zorunda kaldı, birçok insan işsiz kaldı, iş yerleri kapandı, birçok sektör salgından ve alınan önlemlerden derin bir şekilde etkilendi. Peki, tüm bu olumsuzluklardan, “normal” zamanlarda da hayatları pek kolay olmayan kadınlar nasıl etkilendi?
Bu soruya bir cevap aradık ve Kadının İnsan Hakları–Yeni Çözümler Derneği (KİH-YÇ) olarak Covid-19’un kadınların hayatını haklar bağlamında nasıl etkilediğine ilişkin nicel bir araştırma yaptık. Bu çalışmada sağlık (genel sağlık, cinsel sağlık ve doğurganlık sağlığı), ekonomik durum, bakım emeği ve şiddet başlıkları altında Türkiye’deki kadınların pandemi öncesindeki ve sırasındaki durumlarını anlamaya çalıştık. Her bir alanla ilgili, hak temelli bir yaklaşımla kadınların yaşadıkları sorunları ve bu sorunlarla hangi yöntemleri kullanarak baş ettiklerini tespit etmeyi hedefledik. Optimist Araştırma Şirketi tarafından saha çalışmasının yürütüldüğü araştırmada, Türkiye’deki 81 ilden 1201 kadınla telefon aracılığıyla görüşmeler yapıldı.
Araştırma bulgularına göre Covid-19 salgınından kadınların genel sağlık durumunun olumsuz etkilendiğini söyleyebiliriz, ancak asıl çarpıcı sonuç kadınların ruh sağlıklarındaki değişimde görülüyor. Salgın öncesi ruh halini iyi (çok iyi ve iyi) olarak tanımlayan kadınların oranı yüzde 79 iken, bu oran salgın sonrasında yüzde 30’a düşmektedir. 100 kadından 40’ı salgın esnasında genel sağlık hizmetlerine erişimle ilgili sorun yaşadığını söylerken; sorun yaşayan 100 kadından 20’si ise çözüm bulamadığını ifade etmiştir.
Covid-19 salgını süresince kadınların yüzde 7’si cinsel sağlık ve doğurganlık sağlığı ile ilgili jinekologa gitme ihtiyacı duyduklarını belirtmiştir. Salgın esnasında bir jinekologa gitme ihtiyacı duymuş (öne çıkan sebepler akut sorunlar ve hamilelik) her 100 kadından 60’ı jinekologa gidememiştir. Kadınların yüzde 16’sı salgın esnasında cinsel sağlık ve doğurganlık sağlığı hizmetleri ve/veya ilaca erişim ile ilgili sorun yaşadığını ifade etmiş; sorun yaşadığını söyleyen 100 kadından ancak 16’sı sağlık kurumlarından hizmet alabildiğini dile getirmiştir.
Salgın öncesinde ekonomik durumlarını orta halli olarak tanımlayan kadınların oranı yüzde 86’dır. Salgın sonrası bu oran yüzde 66’ya düşerken geri kalan yüzde 20’si ise durumunu yoksul veya çok yoksul olarak tanımlamaktadır. Araştırmada, salgının istihdama olan etkisi bu yoksullaşmanın nedenlerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor. Her üç haneden birinin ekonomik olarak sarsıldığını görüyoruz. Çalışmayan kadınlar arasında salgın nedeniyle ücretli bir işte çalışamayan kadınların oranı yüzde 14’tür. Hanelerin yüzde 21’inde eşin/partnerin istihdam durumu, yüzde 13’ünde ise katılımcı ve eşi/partneri dışında hanede yaşayan en az bir kişinin istihdam durumunun olumsuz olarak etkilendiği bulgulanmıştır. Salgın nedeniyle hanelerin yüzde 34’ünde en az 1 kişinin işten çıkarıldığı, ücretsiz izne çıkarıldığı ya da işinin durduğu katılımcılar tarafından ifade edilmiştir.
Salgın başladıktan sonra ekonomik sorun yaşadığını belirten kadınların oranı yüzde 73’tür. Her 100 kadından 47’si ekonomik sorunlar karşısında çözümsüz kaldığını söylemiştir. Bu süreçte karşılaştıkları ekonomik sorunlarla nasıl başa çıktıkları sorulduğunda, ekonomik sorun yaşadığını söyleyen her 100 kadından 12’si kamu kurumlarından destek (yardım) aldığını; 41’i aile/akraba, arkadaş ya da bankalara borçlandığını; 11’i birikimlerini harcadığını; 15’i ise masraflarını kıstığını belirtmiştir.
Salgın, kadınların ev içi ücretsiz bakım emeğinin artmasına neden olmuştur. Salgın öncesi kadınların yüzde 16’sı evdeki işlere 4 saat ve üzeri zaman ayırırken, salgın döneminde bu oranın yüzde 42’ye çıktığı bulgulanmıştır.
Salgın sırasında erkeklerin de ev içi iş yükünde görece bir artış olsa da İlkkaracan ve Memiş’in yürüttükleri çalışmaya göre salgında kadınların ev içi iş yükü, erkeklerden dört kat daha fazladır. Bizim araştırma bulgularımızda, bu yükün artmasının nedenlerinden biri kadınların bakım emeği ve ev işleriyle ilgili ailenin diğer üyelerinden ücretsiz destek ya da hizmet satın alma olanaklarının düşmesi olarak görülmektedir. Covid-19 salgını öncesinde ev işleri için yardımcı hizmeti alanların oranı yüzde 13’ken bu oran, salgın başladıktan sonra yüzde 2’ye düşmüştür. Aile ve akraba dışında alınan ücretli hizmetleri verenlerin yoğun olarak kadın olduğunu biliyoruz; bu bağlamda bu veri aynı zamanda ücretli ev işçisi kadınların yoksullaştıklarının da bir göstergesi olarak yorumlanabilir.
Her 100 kadından yaklaşık 72’si bakım ve ev işleriyle ilgili zorluk yaşadığını belirtmiştir. Bu zorluklarla nasıl baş ettikleri sorulduğunda, yüzde 28’i eşinden/partnerinden, yüzde 24’ü çocuklarından, yüzde 10’u evdeki diğer kişilerden destek talep ettiğini, yüzde 17’si işleri ertelediğini ve iş yavaşlattığını, yüzde 17’si ise herhangi bir çözüm bulamadığını ya da bu konuda bir şey yapmadığını ifade etmiştir.
Araştırmanın şiddet bölümünde, görüşmelerde ikincil bir travmaya neden olmamak ve etik bir çerçevede katılımcıyı korumak amacıyla görüşme boyunca “olumsuz davranış” olarak kodlanarak fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddet türlerine dahil olan davranış ve tutumların evde mevcut olup olmadığı ve kim tarafından uygulandığı sorulmuştur. Salgın öncesindeki bir yıl içinde eşi/partneri olan kadınların yüzde 97’si, salgın sonrasında ise yüzde 96’sı en az bir kez eşi/partneri tarafından şiddete maruz kalmıştır. Bu oran erkek şiddetinin çok yaygın bir sorun olduğunu tekrar ve tekrar gösterirken, salgın öncesi ve salgın sırasında erkek şiddetinin değişmeden devam etmesi, bunun sistematik bir sorun olduğunu göstermesi açısından da oldukça çarpıcıdır.
Eşi/partneri olmayan veya eşiyle/partneriyle yaşamayan ve aynı hanede 15 yaş üstü en az bir kişiyle beraber yaşayan her 100 kadından 44’ü salgın öncesindeki bir yıl içinde; aynı gruptaki her 100 kadından 45’i ise salgın sırasında hanedeki diğer kişiler tarafından en az bir kez şiddete maruz kalmıştır. Sonuçlara göre, birlikte yaşadığı bir eşi/partneri olmayan ve diğer hane üyelerinden şiddet gören her 100 kadından 55’i için şiddet faili, hane içindeki 15 yaş ve üzeri erkeklerdir.
Şiddete maruz kalan tüm kadınlar (eş/partner şiddetine ve hanedeki diğer bireylerin şiddetine maruz kalanlar) birlikte değerlendirildiğinde, kadınların yüzde 73’ünün Covid-19 salgını öncesindeki bir yıl içinde en az bir kez şiddete maruz kaldığı, salgın sonrasında da yine aynı oranda kadının (yüzde 73) şiddete maruz kalmaya devam ettiği görülmektedir.
Yaşadıkları şiddetle ilgili olarak kadınlara Covid-19 salgını öncesinde ve sonrasında kamu kurumlarına ve kadın hakları alanında çalışan derneklere başvuruda bulunup bulunmadıkları da sorulmuştur. Her 100 kadından yaklaşık sadece biri salgın başlamadan önce kamu kurumlarına ve kadın derneklerine başvurduğunu ifade etmekte, salgın başladıktan sonra ise bu başvuru oranında herhangi bir artış görülmemektedir. Kadınların kendi hayatlarındaki şiddetle mücadelelerinde kamu kurumlarına başvuru oranının bu kadar düşük olması, kadına yönelik şiddetle mücadele politikalarının oluşturulmasında, uygulanmasında ve izlenmesinde sadece sayısal verileri merkeze koymanın ne kadar yetersiz olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Covid-19 salgını sonrası en az bir şiddet türüne maruz kalan her 100 kadından 72’si, yani yaklaşık üç kadından ikisi, evde eşi/partneri ya da diğer hane üyeleri tarafından maruz kaldığı şiddeti “şiddet” olarak tanımlamıyor. Elimizdeki veriler bu konuyu derinlikli bir şekilde anlamamız ve açıklamamız için tek başına yeterli değil. Ancak, yıllardır erkek şiddetiyle mücadele eden kadın örgütlerinin deneyimlerine dayanarak, kadınların maruz kaldıkları erkek şiddetiyle mücadelelerinde kurumlara başvuru yapma nedenlerinin başında bu şiddetin, kendileri ve varsa çocukları için yıkıcı ve ölümcül hale gelmeye başlaması olduğunu söyleyebiliriz. Şiddetle baş etme yöntemlerinde en fazla tercih edilen yolun şiddet uygulayan erkekle “iletişim kurmak” olması bu yorumu desteklemektedir. Kadınlar, erkekler kendilerine şiddet uyguladığında öncelikle ilişkilerinin değil, şiddetin sonlanmasını istemekte ve buna yönelik çözüm yolları aramaktadır. Bu nedenle “şiddet döngüsü” uzun süre devam etmektedir. Araştırma bulgularında iletişim kurmanın dışında şiddetle baş etmede en çok kullanılan yöntemler “sakinleştirici kullanmak” ve “aile büyüklerine şikayet etmek” olarak bulgulanmıştır. Şiddet ile baş etme konusunda kadınlar, kurumsal çözümlere yönelmek yerine, kendileri tek başına çözüm bulmaya çalışmakta ya da çözümü aile kurumu içerisinde aramaktadır.
Tüm bu veriler ışığında yukarıda bahsettiğimiz tartışmalara kısaca tekrar bakalım: Yani, hayat eve sığmış mı; salgın hepimizi eşitlemiş mi ve eski normal nasılmış?
Hayatın eve sığdırılabileceğine yönelik iddialar farklı noktalarıyla ele alınabilir. Ancak hayatı ve insanı, haklarla birlikte düşündüğümüzde ve haklar düzeyinde ele aldığımızda, insanlara evde kalması gerektiğini söyleyen kamu kurumları ve temsilcileri, bu insanların yoksullaşmadan, sağlıklarını kaybetmeden, tehdit ve baskı altında yaşamaya mahkum edilmeden, can güvenliği endişesi taşımadan ve insan onuruna yakışır bir şekilde hayatlarına devam etmesini sağlamakla yükümlüdür. Araştırmanın sonuçları, kadınların sağlık hizmetlerine erişimde zorlandıklarını, yoksullaştıklarını, ücretsiz bakım emeği yüklerinin arttığını ve hane içindeki şiddetin devam ettiğini göstermektedir.
Peki, salgın herkesi eşitledi mi? Salgının herkesi eşitleyip eşitlemediği sorusuna, kadınların yaşadıkları sorunlarla nasıl baş ettikleriyle ilgili sorulara verdikleri yanıtlar ve o yanıtlardaki büyük boşluk üzerinden bakmayı öneriyoruz. Sorunlarla baş etmeye dair tüm bulgular benzer bir noktaya işaret ediyor: Baş etme sorularına verilen cevaplara göre kamu kurumlarına başvuranların, yani çözümü devlette arayanların oranı ya çok düşük ya da sıfır! Sağlık kurumlarından hizmet alamayan kadınlar, tanıdığı eczaneye ya da doktora ulaşıp danışıyor ya da aktarlarda satılan bitkisel çözümlere yöneliyor. Yoksullaşan hanelerin birikimleri yok ise ailelerine ya da bankaya borçlanmayı çözüm olarak görüyor. Oldu da sosyal yardıma başvurdular diyelim, sosyal yardıma başvuran her 100 kadından sadece 12’si yardım alabiliyor! Ev içinde şiddete uğrayan kadınlar ise bu sorunu aile içinde bir problem olarak görüp çözümü yine aile içinde arıyor.
Esas mesele, eski normal denilen ve hâlâ devam eden düzenin eşitsizliklerle dolu olması. Kadınlar için bu eşitsizlikler salgın döneminde daha fazla yoksullaşma, daha fazla ve daha yoğun bakım emeği ve şiddet demek. Bu meşum salgın, mevcut toplumsal krizlerin derinleşmesine neden olan bir değişken; durumu bu kadar vahim hale getiren ise devletin ve kamusal anlamda yetki ve sorumluluk sahibi kişilerin, toplumdaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı hedeflemek yerine bu eşitsizlikleri görmezden gelip normalleştirmeye çalışmalarıdır.
Kadınlara yönelik toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliğin, ayrımcılığın ve şiddetin sonlanması için devletin koruyucu, önleyici rolünü hak temelli bir bakış açısıyla ekonomi, sağlık, eğitim, aile ve benzeri bütün sosyal alanlarda kurması gerekmektedir. Şiddetle mücadele özelinde, kadın örgütlerinin İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasında ısrarcı olmaları bu nedenledir. Sözleşme, taraf devletlere, kadına yönelik şiddeti önleme konusunda “koruma, önleme, kovuşturma ve destek politikaları” yükümlülüklerini yükler. Kadınların istihdam ve ekonomideki kırılganlıkları hayatlarını yeteri kadar zorlaştırmaktadır. Buna ek olarak, ücretsiz bakım emeği yükü ve benzeri nedenlerle haneyle kadınlar arasında kurulan ve doğalmış gibi kabul edilen/ettirilmeye çalışılan zorunlu ilişkinin, eşitsizliklere neden olduğunu ve bunları yeniden ürettiğini görmeyen, hatta bu eşitsizlikleri pekiştiren bir politik perspektifin şiddetle mücadele politikaları üretebilmesi mümkün değildir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı mevcut krizlerin ortadan kalkması ve gelecekte ortaya çıkacak Covid-19 gibi dönemsel krizlerin bu denli ağır ve yıkıcı sonuçlara neden olmaması için gerçekçi ve bütüncül politikaların oluşturulması, uygulanması ve izlenmesi gerekmektedir.
Araştırma raporunun tamamına buradan ulaşabilirsiniz.