2 Ekim Cumartesi günü yedincisini gerçekleştirdiğimiz Feminist Buluşmalar’da Begüm Başdaş ve Hayriye Kara’yla beraberdik, göç ve mülteci haklarını feminist politikalar ve LGBTİ+ politikaları bağlamında konuştuk. İki saati aşkın süren etkinlik bu hayati, problemlerle örülü ve karmaşık konunun, deneyimlerin ve hak ihlallerinin ancak ufak bir kısmını konuşmak için yeterli oldu. Konuşabildiklerimizi dahi bir yazıya sığdırmak kolay değil. Bununla beraber, etkinliğin ilk kısmında değinilen noktaların hiç değilse bir kısmını Mor Bülten okuyucuları için özetlemek istedik.
Begüm, söze son zamanlarda üzerine çalışmakta olduğu Avrupa Birliği’nin (AB) göçe ilişkin politikalarına değinerek başladı ve bugün, bu politikalara dair konuşurken her şeyi sadece “YOK” kelimesiyle tanımlayabildiği bir gündemden bahsettiğimizin altını çizdi ve konuşmasının ilk bölümünde bu “yok”u biraz açmaya odaklandı. Dikkat çektiği önemli bir nokta AB politikalarındaki kritik bir yaklaşım değişikliği oldu: AB politikaları için artık göçmen ve mültecilerin korunması tamamen gündemden düşmüş ve odak tamamen göçün durdurulmasına dönüşmüş halde. Bu önceliğe odaklanarak her türlü hak ihlaline göz yuman AB mekanizmaları ve liderleriyle karşı karşıya olduğumuzu vurguladı Begüm. Önceden en azından söylemde göçmen ve mültecilerin korunması üzerinde durulurken artık buna bile zahmet edilmediğini ve düzensiz göçün durdurulması için AB sınırlarının insan hayatları ve haklarından önce geldiğini ifade ettiklerini görüyoruz. AB sınırlarının korunması bir güvenlik sorunu olarak artık açıkça AB’nin önceliği. Son dönem alınan kararlar, oluşturulan belgeler, ayrılan bütçeler ve üçüncü ülkelerle yapılan anlaşmalar da bunun birer kanıtı; üstelik bu politikalar üretilirken göçmen ve mülteciler sürece dahil edilmiyor. Mevcut politikalar en temel haklar olan yaşam ve sığınma haklarına erişim önünde ciddi engeller oluşturuyor, Avrupa sınırlarında göçmen ve mültecileri olağanüstü bir halde –bazen çok uzun süreler boyunca- asılı halde bırakıyor.
Türkiye’deki duruma odaklanan Hayriye de çoğumuzun, duyduklarımız olsa da Türkiye’deki mülteci hukukuna yabancı olduğunu söyleyerek söze başladı ve hukukçular için de görece yeni olan bu alanın gelişmesi gerektiğine, ancak bu gelişme yaşanırken birçok insanın hayatının çok ciddi olarak olumsuz şekilde etkilendiği, çok ciddi hak ihlallerinin gerçekleştiğine vurgu yaptı. Ardından, Türkiye’de bugün geçerli olan hukuki durumun tarihi gerekçesini açıkladı: Türkiye, bugün hâlâ kullanılmakta olan mülteci tanımının yapıldığı 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olan ilk ülkelerden biri. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’daki yer değiştirmelere dair imzalanmış bu sözleşmenin hem zamansal hem de coğrafi kısıtı bulunuyor. Bu sözleşmeye bağlı olarak 1967’de imzalanan New York Protokolü’nde ise bu iki kısıtlama kaldırılıyor. Bu protokolün de taraflarından olan Türkiye, zaman kısıtına değil ama coğrafi kısıta bir çekince koyarak imzalıyor. Koyduğu bu çekinceyle Türkiye Avrupa Konseyi üye ülkelerinden gelen taleplerde değerlendirme yaparak mülteci statüsü verebileceğini, ancak bu ülkeler haricindekilerden gelenlere “şartlı mülteci statüsü” vererek üçüncü bir ülkeye yerleştirilene kadar kendi sınırları içinde kalma hakkı tanıyacağını taahhüt ediyor. Özellikle ülkelerindeki iç savaşla birlikte 2011’den itibaren Suriyeliler Türkiye’ye gelmeye başlayınca, Türkiye’nin bu alanda uzun vadeli bir politikasının olmayışı belirgin hale geldi. Önce Suriyelilere misafir dendi ve hiçbir hukuki statü verilmedi, ardından da bireysel değerlendirmenin mümkün olmadığı olağanüstü durumlar için tanımlanmış olan “geçici koruma statüsü” kullanılmaya başlandı. Bu statü 2014’te çıkarılan bir yönetmelikle verildi. Hayriye’nin de işaret ettiği üzere, “geçici” olması gereken bu statü, 2021 biterken hâlâ geçerli olan statü. Gerek geçici koruma altındaki Suriyeliler gerekse Avrupa Konseyi üye ülkeleri dışındaki ülkelerden gelip uluslararası koruma talebinde bulunmuş ya da şartlı mülteci statüsü almış olan kişilerin Türkiye’de hukuki olarak sürekli kalması mümkün değil; Türkiye’nin tüm göç politikası bu geçicilik üzerine kurulu. Bu da Türkiye’de mültecilerin hukuki güvenliği ve hukuki statü güvenliği olmadığı anlamına geliyor. Hayriye, beraber yaşamaya ve mücadeleye, haklara, hizmetlere erişime dair tartışmaların çok önemli olmasına rağmen, hukuki ayağı konuşmanın hep ihmal edildiğini; kişilerin hukuki güvenliği olmadan birlikte yaşama ve mücadele pratiklerinden de bahsetmenin mümkün olamayacağını ısrarla vurguladı.
Haklara erişim konusuna değindiğimiz ikinci turda Begüm, Yunanistan adalarındaki kamplarda yaşananlardan yola çıkarak hak ihlallerinin, sorunların mültecilerin günlük hayatına nasıl etkileri olduğuna dair örnekler verdi. Sınırdaki bu coğrafyalarda insanların sığınma hakkına erişimlerinin dahi engellendiğine ve çok şiddetli bir geri itmeye maruz bırakıldıklarına dikkat çeken Begüm, buralarda eğitime, yeterli gıdaya, sağlık ve çalışma haklarına erişimin neredeyse hiç olmadığını ifade etti. Buralarda insanların uzun süreler boyunca kaldığının da altını çizerek aslında hayatların askıya alındığını dile getirdi. Pandemiyle beraber durum daha da kötüleşti, mültecilerin kamplara giriş çıkışları keyfi bir şekilde daha yoğun bir kontrole tabi tutulmakta. Zaten zor erişilebilir olan haklar, pandemiyle beraber neredeyse tamamen erişilemez hale gelmiş durumda. Mesela Midilli Adası’nda 2017’den beri toplanmakta olan LGBTIQ dayanışma ağındaki kişiler Covid’le beraber kamplardan çıkışın yasaklanmasıyla bir araya gelemez oldu. Kamplara dair raporların ortaya koyduğu üzere, buralarda durum pandemiden önce de zordu, özellikle bazı gruplar için daha da zordu: Örneğin, Yunanistan’daki mülteci kamplarında yaşayan çocukların neredeyse hiçbirisi okula gitmiyor. Kamplarda kadına yönelik şiddet çok yaygın, LGBTİ+’lar şiddete maruz kalıyor, sıklıkla cinsel şiddet vakaları yaşanıyor. Bu hak ihlalleri de yeterince raporlanamıyor. Bunun bir sebebi de, hak savunucularının mültecilere dair yaygın stereotipleştirmeyi tekrar etmemeye çalışması; çünkü bir yandan şiddetin kayıt altına alınması mültecilere dair olumsuz algıları pekiştirme riski taşıyor. Ancak bu da, zaten kamplarda çalışanların tutumu dolayısıyla korunmasız olan kişiler için koruma mekanizmaları oluşturulmasının önünde bir engel olarak duruyor. Kamplara dair diğer önemli sorun da kampların artık adadaki hayattan tamamen izole edilmiş noktalara taşınmaya başlanması, ada halkıyla kamplarda yaşayanların birbirlerinden daha da ayrıştırılması. Hayriye de Türkiye’de mülteciler için eğitime erişimin bir noktaya kadar iyileştirilmiş olmasına rağmen pandemiyle bunun ciddi biçimde sekteye uğradığını ve bunun bir sonucu olarak da çocuk işçiliğin tetiklendiğini aktardı. Ayrıca haklara erişimin önünde bir yandan hukuki bir yandan da pratik engeller olduğunu belirtti. Hukuki engellere sağlık ve çalışma haklarına erişime ilişkin örnekler verirken pratikteki engellere ilişkin olarak da dil bariyeri veya şiddet ve kötü muamele vakalarında hukuki yola başvurulmasının önüne geçmek için kullanılan sindirme yöntemlerine değindi. Begüm’ün bahsettiği, AB’de göçmen ve mültecilere yönelik yaygın algıda İslamofobinin oynadığı rolün Türkiye’de de söz konusu olduğu Hayriye’nin altını çizdiği önemli noktalardan biriydi: Cinsiyet ayrımcılığı, kadına yönelik şiddet, LGBTİ+’lara yönelik şiddet ve nefret meselelerinin Türkiye vatandaşlarının mülteciler dolayısıyla tanıştığı meseleler olmamasına rağmen mülteciler üzerinden tartışılmasının problemli yanını dile getirerek Türkiye’de yaşayan mültecilerle bu meselelere karşı nasıl birlikte mücadele edebileceğimizi tartışmakla mültecileri bu meselelerin sorumlusu ilan etmek arasında kritik bir fark olduğunu vurguladı. Bu açıdan bakıldığında, vatandaş olanların devlet politikalarını eleştirirken birlikte mücadele alanlarını kapamaması ve birlikte mücadele yöntemleri geliştirmek çok daha büyük önem kazanıyor. Hayriye’nin bu kısımda söylediklerinden bir noktaya daha özellikle yer vermek gerek: Öncelikle, bir LGBTİ+ mültecinin bir hak talebinde bulunmasının katmanlı bir damgalanmayı göze alması anlamına geldiği gözden kaçırılmamalı.
Soru-cevap bölümünden önceki son turda ise dayanışma odak noktasıydı. Begüm bu turda ilk olarak, çeşitli ülkelerden örnekler vererek dayanışma pratiklerinin Avrupa’da nasıl kriminalize edildiği üzerinde durdu. Ardından Afganistan’da son aylarda yaşananlara değinerek 20 yıl önceki “Afgan kadınları kurtarma” söyleminde aradan geçen bunca zamanda hiçbir değişiklik olmadığının altını çizdi ve Batılı beyaz feminizmin yaklaşımının hâlâ ne kadar yaygın ve baskın olduğuna dikkat çekti. Feminist antropolog Lila Abu-Lughod’un “Müslüman Kadınların Kurtarılmaya İhtiyacı Var mı?” makalesindeki beyaz feminizm eleştirisini de anarak bunu dönüştürmek için ne yapılabileceğinin tartışılması ve böyle bir dönüşüm için de öncelikle özeleştiri vermemizin gerekli olduğunu ifade etti. Bu özeleştiri katılımcı olmaya ne kadar dikkat ettiğimiz kadar katılımcılığın ne anlama geldiği üzerine düşünmeyi ve pratiklerimizi değiştirmeyi de içeriyor. Örneğin ilgili bir panel yaptığımızda, bir etkinlik düzenlediğimizde kimler konuşmacı ya da dil bariyerini ortadan kaldırmak için ne yapıyoruz diye kendimize ve pratiklerimize dönüp bakmamız gerekiyor. Ya da dayanışma adına ne yaptığımızı düşünmemiz gerekiyor; mesela Afgan kadınlar yerine konuşmak değil, kendilerinden dinlediğimiz taleplerini, onların olmadığı yerlerde onların ifade ettiği haliyle dile getirerek yaygınlaştırmak yapmamız gereken. Begüm, ayrıca dönem dönem bazı savaşların ya da bölgelerin popülerleştiği, dünyanın bunlarla ya da buralarla ilgili bir süre konuşup sonra yeni gelen krizle gündemini değiştirdiği ve buralarda insanların ölmeye, hakların ihlal edilmeye devam ettiğini de hatırlattı. Hayriye’nin de bu turda altını çizdiği ilk nokta öznelerin kendi adına konuşması ya da başka bir ifadeyle öznelerin adına konuşmamanın öğrenilmesi gerekliliği oldu. Öznelere alan açmak için, üstten olmayan şekilde kapsayıcılığı önümüze koymak için dil bariyerini ortadan kaldıracak çözümler bulmak öncelikli bir mesele. Örgütlenmede herkesin Türkçe bildiğini varsaymamak gerekiyor. Doğrudan göçle, göçmenlikle, mültecilikle ilgili olmayan konulardaki çalışmalarda da bunu düşünmek lazım. Hayriye’nin de dediği gibi İngilizce çeviri hemen aklımıza gelirken Türkiye’de milyonlarca kişinin anadilleri olan Arapçayı, Kürtçeyi, Farsçayı düşünmüyoruz.