Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü tüm dünyada 1999 yılından bu yana 20 Kasım’da hatırlanıyor. LGBTİ+ hareketinin küresel ve Türkiye’deki seyri de bu tarihe denk gelen haftayı trans farkındalık haftası olarak gündemleştirmeye devam ediyor. “Nefret suçu” terminoloji olarak ağır hak ihlallerinin ve mağdur hikayelerinin ön plana çıktığı bir kavram olsa da trans+’lar bu haftayı kendi topluluklarının eşitlenmesi için bir mücadele alanına dönüştürmek konusunda kararlı.
Hukuk, medya, kültür, sanat, istihdam ve daha birçok alanda kendisini geliştirmek, becerilerini artırmak, emeklerinin katma değerini yükseltmek için çabalıyor trans+lar. Üstelik bunu, iktidar alanlarına sahip pek çok kişi, kurum ve kuruluşa direnerek yapıyorlar. Trans+’ların seks işçiliği, cinayet ve gayri meşru alanlara hapsolmaktan çıkması, 20 Kasım’ın yitirdiklerimizi anarken hayatta kalanlarımızın birbirini güçlendirdiği bir gündeme dönüşmesi trans dışlayıcı radikal feministleri de çeteleri de karar vericileri de sarsıyor.
Yoksullaşma, temel hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılma, barınamama, demokratik katılım mekanizmalarına erişememe artık sadece trans+ların ve onlarla benzer toplumsal dışlanma ve ayrımcılığa, yaftalamaya uğrayan toplulukların değil, herkesin sorunu olarak karşımızda duruyor. “Bizimle eşitleneceksiniz” derken, elbette, böyle bir eşitlemeyi kastetmesek de Türkiye’nin mevcut sosyo-ekonomik durumu tüm ülkeyi bizimle bu olumsuz noktada eşitlemiş görünüyor. Tam da bu yüzden daha fazla sesimizi de yükselterek trans+’lar bilgilenmeye, bilgi kaynakları üretmeye, farklı konularda uzmanlaşmaya devam ediyor. Artık, biz trans+’lardan, yurttaşlık statüsü olarak toplumun geri kalanının bir farkı kalmadığına göre hayatta kalma yöntemlerimiz ve gullüm kültürümüzle topluma belki de yol gösterici olma vaktimiz gelmiştir.
Eril şiddetin faili ekseriyetle erkekler olsa da bu şiddet damarını besleyen eril zihniyetteki, eril iktidar alanların musahibesi kadınlar da nefret sarmalındaki sorumluluklarını kabul etmeli. Bunca yıllık kadın özgürlük mücadelesi ve feminist hareketlerin nefret suçları ile kapsayıcı mücadelede neden başarısız olduklarına dönüp tekrar bakmalı. Belki de bugün trans dışlayıcı feministler olarak sıfatlandırdığımız erklerden davranışsal ve düşşünsel olarak ayrışsalar da hala geldiği noktada yeterince kapsayıcı olmadıklarını görecekler.
Her topluluğun salt kendi içinde güçlenmesi ve ilerlemesini bekleyen, doğrudan sorumluluk üstlenerek adım atmamış olan, örgütlü mücadelede etraflarında fiziksel olarak görmeseler de sözlerini taşımamış oldukları her topluluğa dair bir diyet ödemenin zamanı gelmiştir, belki de. Cins kırıma karşı hikayelerimizi paylaşırken trans kadınların hikayelerini de neden anlatmadık, fahişeleri neden Özgecan kadar sahiplenmek istemedik de diyeceğiz, belki de. Hatta, 1987’de Gezi Parkı merdivenlerinde günlerce açlık grevi yapan seks işçisi trans kadınların mücadelesini, kendi mücadelemiz görmedik de nesneleştirerek üçüncü sayfa haberi niteliğinde değerlendirdik biz diye adalet terazisindeki bozuk ayarları tamir edeceğiz, belki de.
Bugün trans+’lar sadece nefret suçu mağduru değil, trans dışlayıcı feministlerin içki mezesi hiç değil; kendi sözünü üreten, güçlü, bilgili, becerikli, eril imtiyazlardan hiçbir zaman faydalanamamış ama kendisini yeniden ve benzeşmeden doğurmuş yol göstericiler. Feminist belleği başka bir pencereden, sorgulayarak ve büyüterek besleyen, çağlayan birer ırmaklar. Tüm topluluk içi madiliklerine rağmen üstelik.